ULUSAL BİLİM VE TEKNİĞİ, KURUMSALLAŞTIRMAK…

Prof. Dr. Tolga Yarman

Bilim ve teknik, “ulusal karakterde”, olur mu? Olur. Bilim de, teknik de gerçekte, evrenseldir. Bilim araçlarının, metodolojinin, o arada bilhassa temel bilimlerin, “yerel özelliklerde” olduğundan, bahis, abestir. Şu var ki bilim araçları, bilim metodolojisi, temel bilimlerle, mühendislik bilimleri, hele sosyal bilimler, “yerel sorunlara” tabii, uygulanabilecektir.. Uygulanmalıdır.

İşte bu nokta, bizimki gibi ülkelerde; (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu gibi, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu gibi) bir takım platformların meydana getirilmiş olmasına karşın, kanımızca henüz tam anlaşılabilmiş değildir.

Çeşitli kurumlarımızın içlerine girerek, oralarda görülen olumsuzlukları, düzeysizlikleri sergilemek, çok olanaklıdır.Ama, korkarız ki, sorunların köküne inmeksizin geliştireceğimiz iyi niyetli eleştiriler, çoğunlukla “iç dökme”” çizgisini, aşamayacaktır. Kurumlarımızın; araştırma merkezlerimiz olsun, üniversitelerimiz, ilgili enstitülerimiz olsun, pek çok kesim itibariyle iç açıcı bir seviyede bulunmadıkları, ortadadır. Nedir ki; “buralardaki çekişmelerin, sıkıntıların derininde, acaba ne var”, işte buna bakmaya çalışmalıyız.

Dikkate getirdiğimiz soru, gerçekte fevkalade karmaşık boyuttadır. Tezlerle, doktora çalışmalarıyla, incelenmeyi gerektirir. Ülkemizin, Türkiye gibi ülkelerin genel rejimlerinden, hakim teoremlerinden izdüşümler bulmayı, gündeme getirir.

Bütün bunları buracıkta, yapma olanağımız yok! Burada, sadece birkaç önemlice noktayı, o da kabaca, dikkate sunabileceğiz.

Önce şunu vurgulayıverelim:

Bilim, “düşünme ürünü”, kısaca “düşünme becerisi” demektir. Sorunlar, “yerel” özellikler arzedebileceğine göre, demek ki; bilim de, bunun türevi olan teknik de, pekala “yerel” ve “ulusal” olabilecektir. O halde “ulusal bilimi”, “ulusal tekniği” tanımlayabiliriz. Anglo-Saksonlar “appropriate technology”, yani “uygun teknoloji”, kavramını vazetmişlerdir. Buna ister, “kırsal kesimde, tezekten biogaz eldesi”, deyin.. İster, “Çin Halk Cumhuriyeti’nde, ora insanına uygun, bisiklet imalatı”.. “Uygun” sözcüğü, “yerelliği” işaret eder. “Teknoloji” sözcüğüne karşılıksa, Güzel Türkçemiz’de “üretim-bilim” diyebiliriz.

O halde, bulunduğumuz yerde-yörede, daha iyi yaşayabilmek; sorunlarımıza “uygun” çözümler türetmek; üreticiliğimizi geliştirmek üzere, kendi üretimbilimsel sürecimizi örmek, dokumak zorundayızdır.

Olay, bu kadar basittir.

Bizim sorunlarımızın çözümlü, söz gelişi Amerikalı’ya yabancıdır. “ uzay teknolojisiyle” de, ele alınamaz. Sorunlarımızı, hiçbir “küçüklük kompleksine” kapılmadan, tanımlamayı.. Ele almayı.. Onları, öncelikleri açısından tasnif etmeyi ve peyderpey, çözecek mekanizmaları kurumsallaştırmayı, başarabilmeliyiz.

Bu dediğimiz, ne kadar malum-u ilansa; onun bugün için gerçekleşme aşamasından hayli uzak olduğu da, aynı ölçüde doğrudur.

Neden?

Cevabı, kitaplar doldurmuş ve dolduracak bir soru bu. Pekiyi, temel sebepler, neler acaba?

Bir defa, habire kendi kendini tekrar eden, çok zor dönüşen bir toplumuz. Döngülerimizi kıramıyoruz, bir türlü. Yeni kuşakları hunhar iç karmaşalarımızla “iğdiş” edi-edi-veriyoruz.

Onların yenileşmelere, sağlıklaşmalara kolanlar vurmasını, asırlardır asalağımız illetlerle, engelleyip, duruyoruz.

Gençlerin, bizi aşmasına.. Çocuklarımızın bizi geçmesine; yerleşik tatminsizliklerimiz, kördüğümlerimizden dolayı, hiç mi hiç tahammülümüz yok.

Ne oluyor o zaman?

Yavrularımıza “özgürce serpilme”, “kendilerini geliştirme” olanakları, tanıyacağımıza.. Çokça sıkılmadan, yorulmadan, usanmadan, utanmadan biteviye “kendimizi” belletip, ezberletip duruyoruz.

Ezberci nesiller, taklitçi oluyorlar. Yaratıcı, mücadeleci değil.. Nakliyeci, teslimiyetçi oluyorlar. Özgür, bağımsız değil.. Sığınmacı, tabiyetçi oluyorlar. Yöneten, yönlendiren değil.. Maiyet oluyorlar, (keşke telaffuz etmeyebilsek) “sürü” oluyorlar..

Kısaca düşünmüyorlar.. Düşünmesini bilmiyorlar…

Bunlardan, yığınları, sözde eğitseniz.. Araştırma merkezlerine doldursanız, üniversitelerde görevlendirseniz, hatta yurtdışına belli süreler için gönderseniz, sonra da (boş yere) güya değiştirmeye uğraşsanız, ne olur?..

Ne olduğu, ne olmadığı meydanda.

Başa getirseniz ne olur?

Bakın, bunun yanıtını “net” olarak, verebiliriz:

Kendileri gibi olmayanları yok sayıyorlar, dışarlamaya çalışıyorlar.. Tüm olumlu çabalara dönük saygıyla, belirtelim.. Birçok kurum ve değerli kişiyi de özenle tenzih ederek dile getirelim.. Sorduğumuz sorunun cevabı, devamla, şudur..

Sözünü ettiğimiz eşhas, başlarına geldikleri kurumları, kendi karmaşık, karanlık, maraz dünyalarına çeviriyorlar. Örnekleri, sayılamayacak kadar çok…

Ulusal bilim ve tekniği kurumsallaştırmamız.. Mevcut kurumlarımızı da iyileştirip doyurucu çizgilere taşımamız, yazık ki daha çok, zahmete, patlayacakmış gibi görünüyor…

NÜKLEER CAYDIRICILIĞI ALTEDEN SİLAH:
“DEMOKRATİK CAYDIRICILIK”

Prof. Dr. Tolga Yarman
(BİLTES)

Tolga Yarman, Prof. Dr.
Kısa Özgeçmiş, Mayıs 1989

1967’de Institut National Des Sciences Appliquees de Lyon, Mühendislik Okulu’nu bitirdi. 1968’de İ.T.Ü. Nükleer Enerji Enstitüsü’nden mezun oldu. 1972’de Massachusetts Institute of Technology’den, Nükleer Mühendislik alanında, Bilim Doktoru ünvanını aldı.

İ.T.Ü. Nükleer Enerji Enstitüsü’nden 1977’de Doçent, 1982’de Profesör oldu. 1984’de California Institute of Technology’de, konuk öğretim üyesi olarak bulundu.

Genelkurmay Başkanlığı ve Harp Akademileri Komutanlığı’nda Yıldız Savaşları, Nükleer Silahlar, Savunma Sanayii alanlarında, konferanslar verdi.

Türkiye Sosyal Ekonomik ve Siyasal Araştırmalar Vakfı, Kurucu üyesi, Anadolu Bilim ve Teknoloji Stratejileri Araştırma Enstitüsü (BILTES), Kurucu üyesi ve halen Yönetim Kurulu Başkanı.

NÜKLEER CAYDIRICILIĞI ALT EDEN SİLAH

“DEMOKRATİK CAYDIRICILIK”

Prof. Dr. Tolga Yarman

Anadolu Bilim ve Teknoloji Stratejileri Araştırma Enstitüsü
(BİLTES)

“Nükleer caydırıcılık”, özellikle süperlerin birbirlerini nükleer bir savaşta, karşılıklı ve topyekün, imha kabiliyetlerinden doğan, çağımıza özgü,tuhaf bir barış aracı olarak, gelişmiştir. Bu barış aracı, gerçekten öylesine tuhaftır ki, bütün insanlık, barış değil de “savaşmama” halinde, her an patlayabilecek bir nükleer kabusun ürpertisini, biteviye yaşamaktadır.

ABD’de, Sovyetler Birliği’nde, Batı Avrupa’da, Doğu Avrupa’da ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde, rampalarda karşılıklı olarak sonuçlandırılmış, boy boy nükleer füze, şu an, tetikte bekletilmektedir. Bir alay nükleer başlık da, sürekli olarak özel bombardıman uçaklarında ve denizaltılarda, oradan oraya, dolaştırılmaktadır. Halen yeryüzünde, hedefe fırlatılmak işlevinde, onbinlerce nükleer başlık, bulunmaktadır. Bunların her biri, Hiroşima ve Nagazaki’ yi altüst eden nükleer silahlardan; on kat, yirmi kat daha şiddetlidir. Nükleer bir savaşta, bilhassa ABD, Sovyetler Birliği ve Orta Avrupa’da, pek yaşayan, kalmayacağı; kalanların ise, belalı illetlerle kıvır kıvır kıvranacağı bilinmektedir.

Barış malum, gökte süzülen, bir güvercinle temsil olunmaktadır. Güvercini ise, tank topu ile “elde etmeye” çalışmak, tabii abestir. Güvercini hele (yüz değil, bin değil, onbin-yüzbin-birmilyon değil, birmilyar-yüzmilyar-birtrilyon değil) yüzlerce, binlerce trilyon tank topuyla yakalama girişimine, pekiyi ne demelidir?..

İşte, nükleer caydırıcılıkla sağlanan barışın bedeli, budur.

Acaba, bu kadar karmaşık ve kabul edilmez noktaya, nasıl gelinmiştir? Kısaca gözden geçirelim.

Silahlanma Yarışı

Silahlanma yarışı gerçekte antropolojik bir süreç olup; yontma taş devrine, hatta daha öncesine kadar, dayandırılabilir. Ama günümüzdeki, “sarp” tırmanış, Atom Bombası’nın ortaya çıkarılışı ve kullanılmasıyla, başlıyor olarak, gösterilebilir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, iki kez patlatılan Atom Bombası, silahlanma yarışında tam bir dönüm noktasıdır. Atom Bombası’nı; 1950-ler’ in başlarında, önce ABD’de, sonra Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen, çok daha dehşetli bir silah, Hidrojen Bombası, izlemiştir. Taraflar, bundan sonra nükleer cephanelerini, birbirlerinin başlarına boca edecek; özel bombardıman uçakları, kıtalararası füzeler gibi, “nakliye” araçları, üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Böyle bir süreçte “etki-tepki” mekanizmasıyla, amansız bir silahlanma tırmanışı, başgöstermiştir. Taraflar, birbirlerinin nükleer füze saldırılarını, etkisiz kılmak, ya da yumuşatmak üzere, “füze-savar” sistemlerine, çalışmaya koyulmuşlardır. Füze-savar aşamasını, gündeme gelişkince, ilk getirme başarısını gösteren, Sovyetler’ dir; Moskova 1967’de, nükleer bir füze saldırısına karşı, zırh altına alınmaya çalışılmıştır. Bunun üzerine ABD, ayağa kalkmış; Sovyetler Birliği’nin öyle bir önlem alması halinde, “zırhı” delme konumuna mecburen ulaşacağını, açıklamıştır. Ne gariptir ki, yuvarlak yirmiyıl sonra, aynı durum, bu kez özneler yer değiştirmiş olarak, Yıldız Savaşları Projesi ile, gündeme takılmıştır. Bu güncel konuya, birazdan geleceğiz.

İnsan aklı nelere kadir!. Taraflar, füze saldırısına karşı, füze-savar sistemlerini geliştirince.. Karşılıklı olarak, bu kez “savar” sistemlerini, alt etmeye girişmişler ve önce ABD, sonra Sovyetler tıpkı “avcı çiftesinde” olduğu gibi- “saçma başlıklı” saldırı sistemlerini, geliştirmişlerdir. Buna göre saldırgan füze, düşman semasına girince, beş-on nükleer başlık saçmakta.. Böylelikle füzesavar sistemini, yanıltıp atlatmaktadır. Bir-iki nükleer başlık, füzesavar sisteme takılsa bile, ötekiler, yeterince ölüm kusabilmektedirler.

Silahlanma yarışı aslında, bir destandır; anlatmakla kolay tükenmez. Bu yarış, insanoğlunun teknik dehasını sergilediği kadar.. Onun, ileriyi görüşteki basiretsizliğini; yersiz-bencil iştahıyla, korkularını; hepsi hepsi -o da savaşmama hali olarak- sözde barış temin edilecek diye, en dolambaçlı, en akılalmaz, en tüyler ürpertici, bir de maddi-manevi en külfetli, yollara revan olmadaki, aczini, vurgulamaktadır.

İleride Tarih’in bu süreci, genelde “akılsız” olarak nitelemesi, herhalde kaçınılmazdır. Bu arada şükür ki, hepimizin toptan sonu olacak, bir “afet”, çıkmamıştır.

Beyaz Bayraklar’a Karşın, Yıldız Savaşları

Taraflar her şeye rağmen, 1972 ve 1979, “Nükleer Silahlanmayı Sınıflandırma Antlaşmaları” yla, karşılıklı “beyaz bayrak” çekmişler ve savunma sistemlerinin, o arada örneğin, erken haber alma cihazlarının yeteneklerinin dahi, sınırlandırılması gereğini, idrak etmişlerdir. Çünkü, taraflardan birinin savunma yeteneklerini artırması, hasma son toplamda, ilave bir tehdit şeklinde, yansımaktadır.

Karşılıklı olarak ulaşılan bilgeliği, 1989’da ABD, Yıldız Savaşları Projesi ile bozmuş, olmaktadır. Bu projeye göre ABD, uzaya bir lazer kalkanı gerecek ve Sovyet füzelerini, muhtemel bir saldırının daha başlangıcında, imha edebilecektir. ABD’nin saldırıyı başlatmaması halinde, bu, soylu bir girişimdir.. Tıpkı Sovyetler’ in Moskova’yı nükleer bir saldırıya karşı 1967’de koruma girişimleri, gibi.. Ama, ya saldırıyı ABD başlatacak olursa?. İşte o zaman, Sovyetler’ in “nükleer cephanesi”; uzaydaki lazer ağına takılacağı için, caydırıcılık özelliğini yitirmektedir. Bu ise silahlanma yarışını, dikkate getirdiğimiz, etki-tepki mekanizmasıyla, azdırmaktadır.

Çözüm: Demokratik Caydırıcılık
Yıldız Savaşları Projesi hatırlanacağı gibi, nükleer silahların azaltılması yönündeki görüşmeleri, kilitlemişti. Burada ayrıntıya giremeyeceğiz; ancak şunu belirtelim ki, Gorbaçov’ un “barış taarruzları” bir bakıma, yine de ABD’nin inisiyatif üstünlüğüyle sonuçlanıyordu. Yıldız Savaşları Projesi münasebetiyle, teknik üstünlük de, ABD cenahındaydı.

Avrupa’dan yakında malum, orta menzilli nükleer silahlar; özellikle Avrupa kamuoyunun duyarlılığı, demokratik sorumluluk anlayışı ve etkinliği sayesinde, sökülmüştür. Kısa menzilli nükleer silahların Avrupa’dan, karşılıklı, sökülmesi ise; geçende yapılan NATO Zirvesi’nde, Sovyetler’in konvansiyonel silahlarda ve Silahlı Kuvvetler personelinde, indirimler sunması, koşuluna, raptedilmişti.

Şu var ki, orta ve kısa menzilli nükleer silahlar, kıtalararası nükleer silahların yanında, “çocuk oyuncağı”gibi kalmaktadır.Bu bakımdan yeni olarak Sovyetler Birliği’nin, (Kıtalararası) nükleer silahsızlanma görüşmelerini yeniden başlatmak üzere, “ABD’nin Yıldız Savaşları Projesi’ne son vermesini, bir koşul olarak görmekten vazgeçtiğini”, açıklaması, fevkalade temel bir gelişmedir. ABD, bu gelişmeye sıcak bakacaktır, bakmaktadır.

*

Yeryüzünde insanlık; bir yığın psikolojik, teknik, diplomatik, karmançorman hummadan sonra, barışı nihayet, daha kararlı, daha dengeli, daha akıllı, o arada çok daha ucuz bir yolla yakalayabilecek gibi, görünmektedir. Bu yol, bireylerin daha fazla sorumluluk üstlendikleri, daha bilinçli oldukları, daha çok örgütlendikleri, daha çok denetim ve gözetimde bulundukları, ülkelerin-devletlerin, herbirinin, bugünkünden daha fazla katılımcı oldukları, “demokratik” yoldur.

İnsanlık en nihayet, nükleer caydırıcılığı altedecek silahı, yeni yeni keşfetmekte, hayata geçirmektedir. Bu silah, “demokratik caydırıcılık” tır.

Nükleer caydırıcılıktan sonra, çağımızda -adını nasıl koyarsak koyalım “demokratik caydırıcılığın” ilk mucidi; kadınlarıyla, gençleriyle, “ne yaptığını bilir” her kesimiyle, doğrusu, “Batı Avrupa Kamuoyu” olmuştur. Barış-ister önderler ise, böyle bir oluşumdan doğallıkla, kuvvet alacaklardır.

Süperler arası, dünya barışına dönük karşılıklı atılan adımlar, gelecek için, çok ümit vericidir. Bu adımların devam ettirilmesi, insanlığın ortak dileğidir.