Prof. Dr. Tolga Yarman
Yeni komuta kademesi, belli oldu… “Altın Çocuklarımız”ın hemen hepsinin üstünde, öyle ya da böyle; Harp Akademileri’nin, 1986-2016 arası, demek ki hemen neredeyse, otuz yıl boyunca, sürenin başında Genelkurmay Başkanımız olan, Rahmetli Necdet Üruğ Paşa’nın deyişiyle, bîlahasıla-bilâfasıla (aralıksız ve karşılıksız / ek ders ücreti olarak ödenen eder, arabanın benzin parasına ancak yeterdi, “yakınmak” ne kelime, iftihar ederdim, Rahmetli, İstiklâl Madalyalı asker kızı, Hafız Teyzem, o mütevazi paraya el sürdürtmez, “ödemeyi” olduğu gibi ister, onunla irmik helvası yapar, konu komşuya dağıtırdı), görev üstlenmiş; bu bağlamda Harp Akademileri’nde “misafir hoca” olarak sanırım, rekor kırmış bir öğretim üyesi olarak, emeğimin bulunmasından dolayı, tarifsiz derecede gururluyum… Hepsine ayrı ayrı başarılar diliyorum… Komutanlarımız’ı alınlarından öpüyorum… Fırsat buldukça, bir çay kadar olsun, ziyaretlerine gitmek, onları ayrı ayrı kutlamak üzere, sabırsızlanıyorum…
Yalnız bir serzenişte bulunmadan geçemeyeceğim: Beni ve benim gibi birçok hocayı, 15 Temmuz 2016’dan sonra, Harp Akademileri’ne, bir daha, davet etmediler… “Kuru bir teşekkür” yazısından dahi, mahrum kaldık… 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Çıkartması’nın olduğu gün, Harekât Merkezi Nöbetçi Subayı olduğum ve çıkartma olduğu için uzatmalı olarak ve şerefle iki yıla yakın askerlik görevi eda ettiğim, bu çerçevede “yuvam” saydığım Genelkurmay Başkanlığı’na, bu serzenişimi – içime attım, attım, demek ki beş yıl boyunca – yazmadım… Helal-i hoş olsun… Olsun ama, Havelsan’ın Efsane Genel Müdürü, ABD’nin bir numarası olan Massachusetts Institute of Technology Atom Mühendisliği Bölümü’nden doktor, Sevgili Kardeşim Faruk Yarman, “Balyoz”’dan, sonradan beraat edecek olsa dahi, 16 yıla mahkum olmuştu, o ara… Ki; Faruk da; öteki kardeşlerim, Princeton Ünivresitesi bilgisayar mühendisliği bölümü doktoralı Prof. Fatoş Yarman Vural da, Cornel Ünivresitesi elektrik mühendisliği bölümü doktoralı Prof. Sıddık Yarman da; beni kırmamış, Harp Akademileri’ne, yanım sıra, yıllar boyunca hizmet vermişlerdi… Aile, “malum yargı kumpasıyla”, “Balyoz mağduru” kılınmışken, 15 Temmuz 2016’da, “kumpasçıları” tasfiye eden hareketten sonra, anımsanmazdan gelinmemiz, doğrusu incitici oldu!..
Bir sabah erkenden, o gün altı saat sürecek dersim için, Silahlı Kuvvetler Akademisi’ne intikal ettiğimde, baktım, Sevgili Komutan Tuğgeneral Halil Şimşek, çakı gibi, beni zerafetle kapıda karşılıyor… Kucaklaştık… Çay içiyoruz. Bordro mutemedi Astsubay geldi, ders ederi takdimine karşılık imzamı edinecek… Halil Paşa: “Hocam, mahçup oluyoruz, bu kadarcık takdim etmeye sıkıştığımız için”, deyiverdi, yine zerafetle… “Olur mu Paşam, ben çok memnunum”, deyince, kinaye yapıyorum, zannediverdi, burulmuş olarak… Bunu fark eder etmez, cevaba yetiştim: “Paşam”, dedim, “Bu dersin hakkı eyvallah, gerçekten dünyanın neresinde olursa osun, ‘şundan’ daha az değildir”… “Ama siz o parayı verecek olsanız, falancanın damadı, filancanın oğlu, ötekinin bilmem kaçıncı dereceden yakını, derse talip olur, dersin, maazallah seviyesini düşürürüz!”, dedim… Ferahladı çok, Halil Paşa… Göğsüme doldurduğum, o ilave manevî güçle, derse girdim… Haaarika bir tam gün ders verdim…
Sevgili kardeşlerimin hepsinin doktoralarını, andığım ve ABD’nin en önde olarak tasnif edilen üniversitelerinde, Milli Eğitim Bakanlığımız’ın bursuyla yaptıklarının kaydetmekten, kıvanç duyuyorum…
Olsun, Sevgili Genelkurmay, inanıyorum, tarafımıza, “eşşiz hatıra” olacak, bir “teşekkür yazısını”, uzakta olmayan günün birinde ve muhakkak yollayacaktır…
Harp Akademileri’nde, otuz yıl boyunca, gerek Silahlı Kuvvetler Akademisi’nde, gerek SAREN’de (Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde, gerek Kuvvet Akademileri’nde verdiğim derslerin, gerekse, yine orada, kamuoyuna açık sempozyumlarda verdiğim, konferansların içeriklerini tadat etmek, sayfalar alır…
Hiç biri “gizlilik dereceli” olmadığı, esasen, hemen hepsi kamuoyuna açık kitaplarda yer aldığı için; akademik hayatımın en taçlı sayfalarının başında yer alacak olan, Harp Akademileri’ndeki, yıllar ve yılları tutan öğretim emeğimin, kamuoyuna dönük kıymetli bir muhasebesini teşkil edeceği için; önde gelen konu başlıklarını, burada zikredeceğim…
Nükleer Silahlar… Nükleer Silahlanma… Nükleer Çılgınlık Dengesi… Nükleer Stratejiler: Karada, Havada, Yer Altında, Denizaltılarda Yirmi Dört Saat Dolaştırılan Nükleer Silahlar… Nükleer Silahsızlanma… Yıldız Savaşları… Teknolojik Güç… Milli Güç… Yüksek Teknolojiler… Kritik Teknolojiler… Teknoloji Transferi… Milli Sanayii… Milli Savunma Sanayii… Enerji: Dünya, Bölge ve Türkiye… Enerji Savaşları… Elektronik Harp… Siber Savaş (ki, Ordumuz’a karşı, “kumpas davalarıyla” yapılan tam da buydu ve ne hüzünlüdür ki, bu dersin hocası olmama karşın, hemen kimseye, ordumuza karşı bir “siber savaş” yürütülmekte olduğunu anlatamıyordum, devam ediyorum)… Asimetrik Savaş… Savunma – Güvenlik – Ekonomi – Teknoloji… Bilgi Güvenliği ve Kriptololoji (Bilgi Peçeleme Bilimi)… Bilimsel ve Teknolojik İstihbarat… Uydularla İstihbarat… Uzay Teknolojileri, Uzay Politikaları ve Uzayın Güvenlik Boyutu…
Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri’nde, bir ömür…
Bütün şu dediklerimi “selfi” çekip, “reklamlar progamına” girmek üzere söylüyor J) değilim… Birazdan diyeceklerimi, hangi yetkinlikle ve sorumlulukla söylediğimin anlaşılmasını temin maksadıyla, söylüyorum…
Yazılı Emir
Önce Kozmik Oda’ya; “Kumpas”ın girmesine; “yanlış anlaşılmasın” diye izin veren, o günkü Genelkurmay Yönetimi’ne; hocaların hocası, komutanların hocası, olmaklığım dolayısıyla, değineceğim…
Tarih 26 Aralık 2009… Kozmik Oda arama – tarama süreci, 26 Ocak 2010’a kadar (yani tam bir ay) sürüyor…
Kozmik Oda’ya hangi tezgahla girildiğinin üstünde durmayacağım… İlgili okur, internette yapacağı minik bir araştırmayla, ayrıntılara ulaşabilir… Kozmik Oda’dan neyin nasıl çıkartıldığının da üstünde durmayacağım…
Bu dersi vermem teklif edildiği zaman, “Çocuklar, istihbaratı hiç bilmem, ayrıca kişiliğim o uğraşa katiyen uygun değil”, dediğimde, Komutanlar, “Hocam bunun tekniğini sizden daha iyi anlatacak başka kimseyi bilmiyoruz”, dedilerdi, ki, bu elhak, konulara topluca bakıldığında olsun, yerindeydi!.. Kemal Kumcu, Fuat İnce, Nafi Kaşıkçıoğlu, o arada sevgili kardeşlerim gibi, uzmanları da yanımıza katarak, özgün mü özgün bir ders oldu, söz konusu ders… Bu ders dahil, verdiğim derslerin bir bölümü, kitaplaştı…
Sonrasında ne oldu, olanlar ne denli trajikti, değildi, hakkaniyetsiz olacak ama, burada izlediğim hat itibariyle dağılmamak üzere, onun dahi üstünde durmayacağım…
Günün Genelkurmay başkanına saygın ve sevgim bâkidir… Bu hususun altını bilhassa çiziyorum… “Yanlış bir izlenim yansıtmaktan kaçındığımız için izin verdik”, demişti…Eyvallah!.. Son hükmü elbette tarih verecektir… Ama korkarım, o arada olması gereken bir şey olmadı: Sevgili Genelkurmay Başkanımız, “Kozmik Oda’yı açabilirsiniz!”, diyen Başbakan’dan, “yazılı emir” istemeliydi… Böyle bir yazılı emir istenmiş midir? Bilmiyorum… İstenmişse verilmiş midir? Onu da bilmiyorum… Şu ki, bu konuda bir şey duymadık, değil mi?
İnşallah “yazılı bir emir” verilmiştir… Verilmemişse, inanın çok üzülürüm… İstenmemişse, o zaman, daha da çok üzülürüm… O kadar üzülürüm ki, “kumpas”, Başbakan’dan önce, mazallah MIT Müsteşarı’nı yutmaya vardığında, Müsteşar’ı gayet yerinde bir refleksle koruma tahtına almış Başbakanlık ve TBMM, aynı hassasiyeti Kozmik Oda’yı açtırdığı genelkurmay başkanından esirgemiştir… Buna üzüldüğümden, daha da fazla üzülürüm, Kozmik Oda’nın “yazılı emir” teati edilmeksizin açtırılmış olabileceğine…
Rahmetli Özal, aklına ve birikimlerine rağmen, Musul ve Kerkük sözde ikrâmına kapılmaktan çıkamayıp, “bir koyup üç almak” hevesiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni İrak’a, icbar edince; Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay Paşa, maruz kaldığı baskıya karşı dururken, çok haysiyetli bir açıklama yapmış, o arada, Atarürk’ün, “Ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş, cinayettir”, sözünü hatırlatarak, görevinden istifa etmişti (3 Aralık 1990).
Torumtay Paşa, yazılı emir istedi mi, hemen bilemiyorum… İstese yazılı emir verilir miydi? Onu da bilemiyorum… Kalsa, yazılı emir muhakkak isteyecek bir devlet terbiyesi ile yetişmişti, Torumtay Paşa, bundan kuşkum yok… Hissim o ki, süreci yazılı inatlaşmaya olsun, sıkıştırmadan, istifa etti Torumtay Paşa… Ve konu, onun yerini, Doğan Güreş Paşa’nın almasıyla beraber, kapandı… Torumtay Paşa, amacına ulaşmıştı… “Devlet adabı” dışında, bir şey yapılamazdı… Yapılamadı…
“Yazılı emir”, göreneğimizde bir “kurumdur”… Adı ise, “fermandır”… Tek başına bir “cellat”, boynuna asılı, padişahın, altın ve bronz kaplamalı çelik yuvasındaki, fermanla, İstanbul’dan Belgrad’a kadar, at sırtında tıkıtık tıkıtık, tek başına gider ve arkasında yüz bin kişilik Osmanlı Ordusu olan, koca sadrazama, ordugâhta, fermanı saygıyla takdim ettikten sonra, öteki, tuğralı infaz yazısını okur okumaz, “Ferman Padişahımız’ın” der ve celladın elindeki urgana, boynunu uzatır… Buydu, “devlet adabı”… Bu kadar güçlü ve bu kadar kesindir ferman ve 1683’te İkinci Viyana Kuşatması’nı zaferle taçlandıramamış, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Belgrad’da, tam da işte, böyle boğdurulmuştur…
Ferman, yazılır, görevliye tevdi edilir ve icra edilir… Yoksa lafla herhangi bir şey yapılmaz, yapılamaz…
Çözüm sürecinde (2013-2015), PKK’lılara dokunulmaması yönünde, sivil ve askerî amirlere sözel emir verildiği ileriye sürülüyor… Böyle midir, değil midir, bilemiyorum… Şu ki “barış süreci düşüncesi” ne kadar ferahlık bahşetse de, sırasında ve sonrasında vukua gelen olumsuzlukları bir tarafa bırakıyorum, böylesi bir emir, “sözelden” ibaret kalamaz… Bunun muhakkak bir “yazılı emre” raptedilmesi gerekir… Karakol Komutanı’ndan Kaymakamı’na kadar, herkes öteki türlü, sorumluluk taşır… Yazılı emir istemek zorundadır… Yoksa, “emir” havada kalır…
Emir gelmiyor ve fakat emir içeriği bir biçimde icra ediliyorsa, her kademede bilerek ya da bilmeden, “yardım yataklık” suçu işleniyordur…
Bu konuya, Değerli Tümgeneral Ahmet Yavuz’un Vesayet Savaşları kitabında ve yasalarımız tahtında, enine boyuna, ışık tutuluyor…
Şimdilerde ise, sayıları binlerle ifade edilen, Afgan delikanlılar, ellerini kollarını sallaya sallaya, sınırlarmızdan giriş yapıyorlar… Belki kamera görüntüleri “arızalı”, bilmiyorum… Olamaz mı, olabilir… Ancak gerek resmî veriler, gerek Birleşmiş Milletler belgeleri, gerekse de, olağan hayat içinde yaşananlar, olguyu teyit ediyor… Bu bir “Türkiye Cumhuriyeti siyaseti” elbette olabilir… Saygı duyulur… Ama bir dakika… Meclis’te görüşülmüş müdür? İzleyebildiğimiz kadarıyla hayır… Pekiyi, yukarıdan aşağıya komutanlara, askerî yapılanmamızın en nihayet kılcal damarlarında görevli sınır karakol komutanlarına, herhangi bir yazılı emir intikal ettirilmiş midir? Bildiğimiz, hayır… Böyle bir yazılı emir var mıdır? Bilemiyoruz… Varsa, Türk halkının bunu bilmek hakkı değil midir? Hakkıdır, elbette… Hakkıdır ve müteakiben atacağı demokratik adımlar itibariyle sorumluluğudur…
Pekiyi, yazılı emir yoksa, karakol komutanı, yüzbaşı, üstündeki tabur komutanından, tabur komutanı alay komutanından, alay komutanı tugay komutanından, tugay komutanı tümen komutanından, giderek işte tümen komutanı kolordu komutanından, kolordu komutanı ordu komutanından, ordu komutanı genelkurmay başkanından, genelkurmay başkanı savunma bakanından, savunma bakanı cumhurbaşkanından, söz konusu emri yazılı olarak isteme sorumluluğunda değil midir?..
Öyledir!..
Çocuklar: “Yazılı emir”, görmek istiyor, Türkiye… Muhakkak bir yerde olmalı o emir… Sevgili Yetkililer, açıklayın şu emri kamuoyuna!.. Tek başına Osmanlı İmparatoru dahi, iki dudağı arasındaki emrini, “şifahi” olarak değil, yazılı olarak, “ferman” halinde, yollama yükümlülüğünde ise ve bunun aksi hiç bir biçimde düşünülemeyecek ise, emir ve yazılı emir olmadan yapılacak hangi “hayırlı icraat” olursa olsun, tarihimizin başını ağrıtır… Şakası yoktur… Devlet göreneğinden gelenlerin; padişah dahi olsa, ferman sahibi olan; O’dan “ferman”, ya da işte “yazılı emir” istihsal etmeleri, görevleri gereğidir… Hele emir; ilk elde; görevlinin kanunla belirlenmiş görev çerçevesini, örneğin sınır karakol komutanının, sınırı korumak üzere her dakika talimat beklemesi abes olup, görevini ifaya kilitli olduğunda, bunu ihlal eder bir özellik taşıyorsa… O zaman karakol komutanı Yüzbaşı’nın, dönüp, tabur komutanına, “Bir dakika komutanım, bana sınırı Afganlar’a aç!” emrinizi, lütfen yazılı olarak yollayın, demesi, esastır… Yoksa, o yüzbaşı suç işler…
Hocaları hocası ve komutanların hocası olarak bunları söyleme sorumluluğundayım… Sevgili Genelkurmay, Sevgili Savunma Bakanlığı, lütfen gerekli açıklamalardan, bizi mahrum bırakmayın…
Vesayet Savaşları (sayfa 125, 126), Ahmet Yavuz, E. Tümgeneral, Kırmızı Kedi (ISBN:9786052981276), Temmuz 2017.
https://www.goc.gov.tr/arama/ara/afgan.
https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57913874.
Yoksa bakıyorum, hem hariciyemiz cihetinden, hem de muhalefet cihetinden, güya Okyanus ötesi odağa, Afganlar konusunda “Bize olan tavrınızı tanımıyoruz!”, mealinde ve posta koyar mahiyette telaffuz edilen, ancak hiçbir yaptırım kabiliyeti olmayan, “bireysel tepkiler” duyunca, buna, “tiyatro” demeyen, vatandaş kalmıyor…
Hariciyemizi geçiyorum… Orası bürokrasi… Ama sevgili muhalefet, öyle “posta koyar” gibi yapmak yerine, Meclis’te, ya da Hükumet nezdinde, “yazılı emir” olup olmadığını sorgulayacak, bu konuda soruşturma önergesi verecek, “yazılı emir” oluşturulmasını, talep edeceksin… Olmuyor mu, bunun anayasal “suç olduğunu” haykıracaksın! Her hal-u karda inanıyorum ki, olmadığı sanılan yazılı emir, bir yerden çıkacaktır… Çıktıktan sonra ise, onun içeriğini müzakere etmek, hem Meclis’in görevidir, hem de vatandaş olarak hepimizin sorumluluğudur…
Orman Yangınları
Son bir sözüm yüreğimizi dağlayan orman yangınlarına…
“Türk Hava Kurumu’nun yangın söndürme uçakları yok” dendi, o zaman neden uçak almıyorsun? Geçiyorum… “Yangın yerel yönetimlerin sorumluluk alanında”, dendi… Değil! Kaldı ki, yerel yönetimler, yangın bölgesinde olsun, olmasın, ellerinden geleni artlarına koymadılar… Koyuyorlarsa insan değiller, demektir, bir defa… Geçiyorum…
Jandarma (İçişleri Bakanlığı’nın emrinde olarak), sahaya indi… İyi…
Nedir ki daha geniş güce sahip askerî birlikler neden sahada değil?..
Bu soruya yanıt, otomatikte veriliyor. Yasa değişti, Vali çağırırsa askerî güç yardıma gelir…
Eyvallah, iyi de, Vali neden çağırmaz ki!..
Çağırmadı mı, Sevgili asker, vicdanî sorumluluğunu yerine getirmek üzere, Değerli Vali’ye, imkan ve kabiliyetlerini bir notla hatırlatır… Adapta edepte, elbette kusura düşmemeye özen göstererek… Öyle bir özen ki, günü gelir, “Biz gerekli hatırlatmayı yapmıştık”, diyebilecek, bir sorumluluk ve olgunlukta olur…
Valiler; “askeri” yardıma, “askerî vesayet” çekincesiyle çağırmıyor, deniyor…
Türkiye’de askerî vesayet olmuş mudur? Evet olmuştur. Yakın geçmişte olmuş mudur? Eğer kumpas davaları evresi kasdediliyorsa, adı ütünde “kumpas” olmuştur. Askerî vesayet olmamıştır…
O evrede, kumpasın yanında durarak, masum kere masum çakı gibi askerlerimizin kanına girerken “suç tasnii” (yani suç izafe etme suçu, ki, bu suçun ceza yasasındaki karşılığı, izafe edilmeye yeltenilen suça karşılık getirilmiş bulunan cezadır), suçunu işleyen, ister siyasi, ister gazeteci zevat, şimdilerde bakıyoruz, zeytinyağlaşıp, suyun üstünde durabilmek üzere, “Ergenekon bal gibi de vardı” diye, “havaya” bağır bağır bağırıyorlar… Oysa suç, bir defa, “şahsidir”… Soyut, “öznesiz” suç olmaz… “İsim koymadan”, suçtan böylesi sıyrılma gayreti, hem iddianın özneden yoksun olması, hem de ismi konmamış olmakla beraber, alabildiğine geniş bir kitleye, silahlı kuvvetlerimize, yine “suç tasnii” kapsamına girmesi açısından, suç teşkil eder…
Neymiş: “Türkiye’de askerî vesayet her zaman varmış, demek ki, başta Ergenekon, kumpas davalarının kapsadığı alanda, bal gibi varmış…
Hanımefendiler, Beyefendiler: Halisane uyarıyorum… Suç işlemeye devam ediyorsunuz!
Buna karşılık, Türkiye’de ve değişmeyen bir askerî vesayet, evet vardır, bilir misiniz: Pentagon (Amerikan genelkurmayı) vesayeti…
Basireti bağlı olanlar elbette göremez…
Valiler, onun için ordu birliklerimizden askerî vesayet çekincesiyle, yardım istemekten kaçınmaktalarsa, ondan değil, öteki, kesintisiz vesayetten çekinmelidirler…
İdare’nin, ordu birliklerimizden, yangınlar sürecinde yardım istememesi, çok acıya patlayan ve onarılamaz bir taksir olmuştur. Kalbî hissim budur…
Bilir misiniz: Fransız donamasının öndeki limanı, Akdeniz sahilindeki Toulon kentinde bir yangın çıksa, kanun, bunu söndürme görevini Fransız Donanması’na vermiştir.
Son Bir Not…
Görevleridir elbette… Bu yazıyı kovuşturmak isteyebilecek ilgililerimize, bir notla bitireceğim yazıyı: Doktoramı, ABD’nin bir numarası olarak tasnif edilen, Massachusetts Institute of Technology’nin (MIT), Atom Mühendisliği Bölümü’nde, TÜBİTAK bursu ile ve üstün başarıyla tamamladım… Dolayısıyla, ABD’de, hocalarımdan başlayarak, giderek arkadaşlarıma, giderek meslektaşlarıma varıncaya değin, “ebedî dostluklarım” vardır… MIT, benim için, bir bilim cennetidir… Amerikan Başkanları’ndan başlayarak, her Amerikalı gencin, dünyanın hemen her yerindeki gençlerin, okumak için aşerdikleri bir üniversitede doktora yapmış olmak, baş bir kıvancımdır… Bu ne kadar böyleyse, bir süredir bölgemizde, hemen her yıl bir milyon insanın kanını içerek yaşamaya, dolaylı dolaysız, palamar atmış, Amerikan savaş makinasının parçası olmayı, reddettiğimiz, bir o kadar vakıadır…
http://ahmetsaltik.net/2014/06/23/tolga-yarman-cati-aday-hakkinda/ (Tolga Yarman : Çatı Aday Hakkında, 23 Haziran 2014).
Konuyla ilgili söyleşimizde, Değerli Em. Amiral Türker Ertürk hatırlattı…