Savunma Sanayii, Dünya ve Türkiye I, II, Ulusal StratejiYakın zamanda Dünyamız’da yaşanan siyasal ve askeri teknolojik dönüşüm
Yirminci yüzyılın ilk yarısını belirleyen, iki dünya savaşı yaşanmıştır. Dimağlarda, bu dönemin tortusu olarak herkesin herkesle, üstelik tüm dünya ölçeğine tırmandırılabilecek askeri çatışmalara girişebileceği, acı deneyimlerle ortaya çıkmıştır.
Dehşetengiz iki dünya savaşını yarım asra sığdıran “insan çılgınlığı”, Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu dünya dengesine yön veren fikirlere odaklanmış… Tarihte benzersiz bir silahlanma yarışı ve bunun uzantısındaki teknolojik yapılanmayla, “global ekonomik bir düzen” ortaya çıkartmıştır. Bu düzenin arkasında, nükleer silahlara dayalı “modern bir çılgınlık dengesi”, MAD (Mutual Assured Destruction) durmaktadır.
Soğuk Savaş yıllarında, başta ABD, Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın büyükleri, Ulusal Savunma Bütçeleri’ni, Doğu-Batı gerilimine dayalı mevcut ve muhtemel bir “tehdit değerlemesi” üstüne oturtmuşlardı. Böyle bir ortamda, ulusal bütçelerin büyük kesirlerinin, savunma alımlarına ayrılması çok doğaldı. Buna bağlı olarak, gelişmiş ülkelerin, “ulusal savunma tedarik bütçelerinin, yarısını bulan gayet önemli bir kesri”, araştırma ve geliştirmeye ayrılmıştı. Sonuçta silahlanma yarışındaki ülkelerin “savunma sanayii” tabanı giderek gelişti. Söz konusu ülkelerde silahlanmada, “kuvvetlerin sayısal üstünlüğünden” ziyade, endüstriyel tabanın sağladığı “teknolojik üstünlük” ön plana çıktı. Uzun vadede, savunma sanayiini, kökteki sivil sanayii ile bağdaştırmayı başaran Batı İttifakı, böylesi bir gelişmeyi sağlayamayan Doğu İttifakı önünde, büyük bir ekonomik üstünlük yakaladı.

Soğuk Savaş sonunda, Sovyetler’in çöküşü ile birlikte, tablo tamamiyle değişti. Sovyet tehdidi ortadan kalkınca, Batılı Hükümetler savunma siyasetlerini, buna bağlı olarak ise savunma ihtiyaçlarını, gözden geçirerek azalttılar.
Bu dönemde; NATO, AB ve BAB, “güvenlik konseptlerini” kökten ele alarak, özellikle “Avrupa’nın yeni siyasi gerçekleri” önünde, “yeni kuvvet yapılanmalarına” yöneldiler. O arada, “geleneksel askeri senaryolara”; “barış gücü”, “uluslararası polis gücü”, “arama-kurtarma timleri” gibi “insani açılımlar” eklendi.
Temelde ise, Helsinki Zirvesi’nde 60,000 kişilik bir “Avrupa Ordusu” kurulma kararı alındı.
Şimdi yuvarlak on yıldır süren “Soğuk Savaş Sonrası Dönemi” (SSSD)’nin en belirgin özelliği, eski Batı Bloğu’nda, “Atlantik kıyıları arasındaki endüstriyel ve ekonomik ayrışma” ile, “ABD ve Avrupa’da küçülen Savunma Bütçeleri’ne gösterilen tepkidir”.
Bu dönemin sık konuşulan kimi temel meseleleri şunlara dairdir: “Avrupa Ortak Güvenlik ve Savunma Kimliği”, “Askeri İsterlerin (Gerekirliklerin) Harmonizasyonu”, “Avrupa Teçhizat Pazarı”, “Pazara Giriş ve Karşılıklılık”, “Arz Zinciri ve Güvenliği”, “Uluslararası Karakterdeki Şirketler”.
Ne var ki, Soğuk Savaş Sonrası Dönemi, kanımızca 11 Eylül 2001 sabahı bitmiştir. Okyanus aşırı unsurların büyük bir sabır ve hoşgörü ile sürdürdükleri müzakereler, kendi evinde ve kalbinden vurulan ABD’nin, “gerekirse tek başına”, “Uygarlığı, Terörizme karşı korumaya” soyunması, bu alanda İngiltere’nin AB’yi beklemeden ABD’yi takip etmesi, buna Çin’in gık diyememesi, Putin’in destek vermesi, “Tek Kutuplu Dünya Düzeni” (TKDD)’nin ilânından, hatta şimdilik olsun, tescilinden başka bir anlama gelmemektedir.
Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de, sıcak çatışmalar hiç olmamış değildir. Her iki Irak Operasyonu, Bosna ve Kosova Krizleri, sürekli kanayan Filistin Yarası, bu olgunun belirgin örnekleridir.
Ancak 11 Eylül sonrası başlayan dönem, Bush ABD’sinin giderek sertleşerek, Clinton ABD’sinin siyasi ekseninden uzaklaşan bir global siyasete yakınsadığını gösteriyor.
Sonuçta, soğuk savaştan kalan “teknoloji harikası silah envanteri”; tarihin en primitif ordularına karşı ABD’nin bir süredir benimsediği “Hiç Kayıp Vermeksizin Harp Etme” (Zero Loss War) doktrininin bir uygulaması olarak, aylarca gökten Afgan topraklarına yağmıştır. Bundan sonra, Irak, Somali, Sudan, Yemen, kimbilir başka nerelere yağabilecektir?
Öte yandan “Hiç Kayıp Vermeksizin Harp Etme” doktrininin bir başka boyutu da, Avrupa gibi insan hayatına değer veren gelişmiş ülkelerinden sağlanacak askerler yerine, İttifak’ın fakir yerel halktan asker topluyor olmasıdır.
Sonuçta, kanımızca ABD, gelecek zaman zarfında, muhtemelen ikinci bir süper güç adayı olarak kendisiyle rekabet potansiyeline sahip, “Birleşik Avrupa”, Çin veya Rusya Federasyonu önü sıra, bir yandan Dünya Haritası’ndaki nüfuz alanlarında yeniden konumlanırken, yirmi birinci yüzyılın silahlanma yarışını da başlatmak üzeredir. Bu yarışta soğuk savaş teknolojilerine ilaveten gerilla harbine hazırlık, bir de uç teknolojilerde gelişmiş ülkelere karşı caydırıcı rekabet benimsenmiş görünüyor.
Endüstriyel Yapılanma Dönüşümleri
11 Eylül sonrası, dünya düzeninin endüstriyel izdüşümlerini, şimdilik bir yana bırakalım ve soğuk savaş sonrasından bugüne kadarki endüstriyel dönüşümü ele alalım.
Clinton ABD’si, Soğuk Savaş sonrası resimde, yaman bir denge tutturmaya yöneldi.
Bir yandan, rakipsiz ABD liberalizmin şampiyonluğuna soyunarak “Globalleşmeye” hız verirken, Kıtasallaşan Avrupa karşısında, dolaylı da olsa ilginç bir ulusallaşma karakteri göstermiştir. Böylesi bir dürtüyle de, NAFTA gibi bir oluşuma kuvvet vermiştir.
Soğuk Savaş sonrası, yok olan Sovyet tehdidine ilk reaksiyon, 80’li yılların ortasındaki 160 Milyar Dolarlık ABD savunma teçhizat pazarının, doksanlı yılların sonlarına doğru 70-80 Milyarlar’a düşmesidir. Bu dönemde, yılda 40 Milyar Dolar mertebesindeki, Savunma ARGE bütçesinin her şeye rağmen istikrarını koruduğu görülüyor. Daralan Pazar karşısında, ABD Savunma ve Havacılık Pazarı hızla dönüşmeye başlamıştır. Dünyada lider konumundaki bir düzine ABD şirketi, yeniden yapılanarak, Dört Dev Grup’ta birleşmişlerdir. Bunlar Lockheed Martin ($25 Milyar), Boeing ($52 Milyar), Raytheon ($16 Milyar), Northrop-Gruman ($7 Milyar) olmaktadır.

Söz konusu birleşmeler sonunda, nihayet 1996 yılında, sektördeki pazar piyasa değerinin yıllık toplam satışa oranı, on yıl önceki 1.2 değerini tutabilmiştir.
Soğuk savaş sonrası düşen satışlarla daralan pazarın mecbur kıldığı şirket evlilikleri, sektörde istihdam edilmekte olan 4 milyon çalışanın yarısını işinden etmiştir. Ne ki aynı çerçevede 1992’de %2’lik bir zararı işaret eden bilânçolar, doksanlı yılların sonunda yeniden % 6÷7’lik kârlılık gösterir olabilmiştir.
Soğuk savaş sonrası açıklamaya çalıştığımız bu büyük dönüşüm, aslında, iktidarının ilk yıllarında, Clinton’nun verdiği hedeflere uygundur.
Bu çerçevede; ileri teknolojiye dayalı, sivil endüstriye öncelik veren, global vizyonlu, yeni bir örgütlenme biçimi ortaya çıkacaktır. Bu çizgiden olarak, ABD bilişim sektöründe “Dual” (üretimde çift seçenekli) teknolojiler; bilişim sektörü gibi, uç ileri teknoloji alanlarında; rekabet, maliyet ve etkinlikte öne çıkarak, bir patlama sergiler. Yeni milenyuma kadar, ABD, görülmedik bir ekonomik performans gösterir. Ancak, Clinton yönetiminin son yılları, bazı olumsuz işaretler de vermiyor değildir.
Avrupa’nın bu dönüşüme tepkisi, birkaç yıl içinde gelecektir. Ne var ki, birleştirilmiş Avrupa Savunma Pazarı; birleştirilebilse bile, ABD’nin Savunma Pazarı’ndan %40 daha küçüktür. Bu da, ürün toplam maliyetinde, askeri sistemlerin gerektirdiği Ar-Ge faaliyetlerinin maliyet bileşenini, taşınamaz kılmaktadır. Bir zamanlar Avrupa Ekonomik Topluluğu, 1991’de Maastricht Zirvesi’nde Parasal Birliğin temelini atarken, aslında “siyasi”, oradan da “güvenlik” maksatlı bir birlikteliğe sürüklendiğine göre, bu konuda da adımlar elbette atılacaktır.
ABD’nin endüstriyel rekabet alanında meydana getirdiği hamle, geri kalan dünya önünde liberalizmi savunan Avrupa’da, savunma sanayiine (oradan da topyekün sanayie) açılan, bir koruma kalkanı haliyle yaratacaktır. Nitekim öyle olmuştur.
Bakın nasıl?
Soğuk Savaş sonunda, ilk on beşe giren Avrupalı şirketler, ayrıntılı bir anlatımla, İngiliz BAE ($6.4 Milyar), Fransız Thomson ($4.6 Milyar) ve Aeropatial/Dassault ($4.1 Milyar), yine İngiliz GEC, Alman Daimler Benz, kendi köşelerinde ABD’de yaşanan dönüşümü takip etmek zorunda kalırlar.
İngilizler; Ferranti, Plessey, Dowty, GEC Marconi ve British Aerospace’i; 90’lı yılların sonunda, BAE Systems adı altında birleştirerek, Millenium başında 13 Milyar Dolarlık bir “Anglosakson Avrupa şirketi” oluşturarak, dünyada dördüncü sıraya oturttular.
European Aeronotic Defense Space (EADS) Grubu gecikmedi ve Fransız Aerospatial, Alman Dasa ve İspanyol CASA ile birlikte, transnasyonal bir yapıya yakınsadı; 2000’lerin başında 4.5 Milyar Dolarlık cirosuyla, Dünya’da 7. sıraya oturdu. Adını ve ruhunu değiştiren Thomson CSF ise, yeni Avrupalı kimliği ile Thales adı altında, 4.2 Milyar Dolarlık cirosu ile, 8.sıradaki yerini aldı.
Ortak bir açık tehdit ve dolayısıyla birleştirilmiş bir Avrupa Savunma teçhizat pazarı (kısaca EDEM, ya da European Defense Equipment Market) yokluğunda, Avrupa’da, daha fazlası da, herhalde yapılanamazdı. Yaşanan süreç sonunda, ulusal şirketler, Avrupa’ya açılarak büyüdü ve kıtasallaştı. Avrupa’nın farklı boy, geometri ve bayraklı şirketleri; Maastricht ruhuyla endüstriyel bir kompleks oluşturma yolunda gelişti. Uzman KOBİ’ler, “spin-off” (yan) şirketler türedi. Ortak Proje ve Programlar yürütüldü. Avrupa uluslararası koordinasyon döneminden, kıtasal bir entegrasyona (bütünselleşmeye); multinasyonal (çokuluslu) şirketlerden de, transnasyonal (çok kültürlü) şirketlere yöneldi.

Özetle 2000’ler başındaki tablo şöyledir ;
Savunma Bütçesi* Teçhizat Pazarı*
Satınalma ARGE
ABD 252 47 35
LOI Ülkeleri* 111 22 8.8
* 1997 sabit değeri ile, Milyar $
* LOI (Letter of Intent) Ülkeleri: İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Ispanya, İsveç
Görüldüğü gibi, milenyumun başında Avrupalı uluslar, yaşadıkları kapsamlı dönüşümü, dünyadaki ticari rekabet koşullarında, ABD’nin yeniden yapılanmasına, bir iş dünyası tepkimesi olarak, gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Ancak Avrupa savunma sanayiinin önünde; gelecekteki “hacmi”, “şekli” ve “yapısının” ne olacağının tartışılıp sonuçlandırılması, buna da bağlı olarak, uzun vadeli kararların üretilmesi gibi bir gündem durmaktadır. Avrupa Savunma Sanayi ve teknoloji tabanının, gelecekteki gücü ve anatomisi bu kararlara bağlı olarak değişecektir.
Daha önemlisi ABD’nin tek ulus – tek bayrak altında başarıyla tamamladığı süreç; Avrupa’da; burada Ortak Dış Siyaset ve Ortak Güvenlik Politikası daha yeni olarak oluşturulmaktayken, üstelik Savunma Bütçeleri’nde küçülme devam ederken, ayrıca askeri isterler (gerekirlikler) harmonize bile edilememişken; mevcut dengelerden hareketle nasıl kurulacaktır? Kestirmesi zor…
Soğuk Savaş’ın son yıllarında; NATO’nun Avrupa direği olan IEPG (Independent European Program Group) girişiminden başlayarak; WEAG’a (Western European Armaments Group) dönüşen Avrupa serüveni; şimdi Avrupa Konseyi, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve nihayet Avrupa Birliği’nde, bir “Savunma, Teknoloji ve Endüstri Tabanı” yaratacaksa, bunun önünde oldukça sancılı yıllar vardır, diye düşünebiliriz.

Özetle:
Soğuk Savaş sonrası, Batı savunma pazarı haliyle küçüldü. Bunun üzerine ABD’de, savunma alanındaki büyük şirketler, 4 milyon çalışanın neredeyse yarısını işten çıkartmak pahasına, refleksle bir araya geldiler. Buradan Dört Dev Grup doğdu. Bunun üzerine ve nisbeten kısa bir süre sonra, eski kârlılık düzeylerini yeniden yakaldılar. Bu sıçrama, Avrupa’yı mıknatısladı. Burada, Avrupa’nın tarihsel iç çekişmeleri ve buna bağlı ataletten dolayı bir türlü bir araya gelmeyi başaramayan ulusal kuruluşlar, bu sefer toparlanıp, çar naçar önemli ölçüde bir “sinerji” yarattılar ve ABD ile olan rekabette gerilerede kalmaktan kurtulmaya yönelebildiler. Ne ki, bundan sonrasını nasıl getirecekleri merakla bekleniyor.

Türkiye’ye, bu denklemlerin ışığında eğilmek tabii fevkalâde hayati bir önem taşıyor.
Demek ki, dünya perspektifinden bakıldığında, ülkemizin ulusal savunma sanayiine sahip ülkeler arasına girme tutkusunda, kararlı durduğu kuşku götürmez.
Soğuk Savaş yıllarına hakim Sovyet Tehdidi karşısında, NATO şemsiyesinin sağladığı rehavet, hatırlarımızadır. Ne var ki, Kıbrıs Krizleri bağlamında, önce Johnson Mektubu, 1973 Barış Harekât’ndan sonra ise Ambargo, Atatürk’ün (İkinci Dünya Savaşının işaretlerini almış olmalı ki) 1 Kasım 1937’de TBMM’nin açılışında telaffuz ettiği düsturu tekrar gündemimize getirmiştir: “Harp sanayi tesisatımızı, daha ziyade inkişaf ve tevsi için alınan tedbirlere devam edilmeli ve endüstrileşme mesaimizde de ordu ihtiyacı göz önünde tutulmalıdır.”
Bu vizyon 70’li yılların ikinci yarısında Hava, Kara ve Deniz Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakıfları’na (TSKGV), 80’li yılların ikinci yarısında ise birleştirilen bu vakıflara ilâveten, Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun kurulmasına, zemin hazırlamıştır, denilebilir.
Ülkemizde modern savunma sanayiinin geliştirilmesi ve TSK’nın modernizasyonunun sağlanması amacıyla çıkarılan 3238 sayılı Kanun, Soğuk Savaş’ın en çok para harcanan yıllarında ortaya çıkmış olması, ilginç bir rastlantıdır. Yasanın işlerlik kazanmasıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan bir sürecin son halkası olarak, MKEK (Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu) ve Aselsan gibi birikimlere ilaveten, FNSS, TAI ve TEI gibi yabancı ortaklıkların kurulmasına zemin hazırlanmış (o günler güçlü durumdaki müteahhitlik şirketleri başta olmak üzere) ulusal özel sermaye de resmin içine çekilmiştir. Bu çerçevede, askeri otomotivde OTOKAR, gemi inşada Sedef, Askeri Elektronik’te Savronik, kurulmuş bulunmaktadır.
Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi
Doksanlı yılların başında, Soğuk Savaş biterken, Türkiye oldukça karmaşık bir Ulusal Savunma Sanayii modeli ile yol almaya çalışıyordu. Bir yandan, silah ve mühimmat alt sektöründe KIT statüsündeki MKEK ve bu kuruma bağlı şirketler… Diğer yandan askeri elektrik-elektronik alt sektöründe TSKGV’ye bağlı Aselsan, Havelsan, Aspilsan, İşbir… Aynı alt sektörde “milli” Savronik, Hema Elektronik… “Yabancı Ortaklıklı” MİKES, NETAŞ, TELETAŞ, SİMKO, MARCONİ… Askeri Otomotiv’te ve Zırhlı Araç’ta FNSS, Otokar, Mercedes, BMC… Uzay ve Havacılık’ta TAI, TEI, TUSAS… Roket’te, MKEK Elroksan’a ilaveten Roketsan… Gemi İnşa’da Sedef Gemi, PKI, Yonca…
Bütün bunlara ilaveten neredeyse 30 bin kişiyi barındıran, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Üretim Birimleri, Ağır Bakım Fabrikaları, Askeri Tersaneler, Hava İkmal Merkezleri…
Ortadaki kaotik yapıyı düzenlemek üzere ilk olarak Milli Savunma Bakanlığı’nda 8-9 Mayıs 1996 tarihlerinde, bir Savunma Sanayii Koordinasyon Toplantısı düzenlenmiştir. Buna bağlı olarak daha sonra yürütülen çalışmalar, Haziran 1998’de Bakanlar Kurulu’nca onaylanarak yürürlüğe giren “Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi Esasları Dokümanı”na, zemin hazırlamıştır.
Bir milat niteliğindeki bu belge, ortaya somut hedefler koyarak tanımlar yapıyor, mevcut unsurları yerli yerine oturtuyor, teknolojileri “Milli Olması Zorunlu”, “Kritik” (uzun vadede yurt içinde geliştirilmesi amaçlanan) ve “Diğer” olarak, üç kategoriye ayırıyordu.
Bu arada; “Ar-Ge”, “Ortak Girişimler”, “Kalite”, “Güvenlik”, “Tedarik”, “Rekabet”, “İhracat”, “Tanıtım”, “Eğitim” gibi, temel kavramlara ve kurumlara berraklık getiriyordu.
Ne yazık ki, ara hedefler ve ayrıntılı bir uygulama planının meydana getirilmemiş olması dolayısıyla, bu dev adımın arkasından beklenen, tam olmadı, denilebilir. Savunma alımları devam ederken, yaşanan ekonomik krizlerle, hedefte bulanıklık sürdü. İstisnai uygulamalar, sistematik bir biçimde devam etti. “İç pazar stabilitesi” kaybolurken, daralan dış pazarlardaki yabancı şirketlerin, üzerimizdeki rekabet baskısı haliyle arttı. Savunma Sektörümüz’de yer alan kurum ve kuruluşlar arasında yıkıcı iç rekabet çok ilerilere vardı… Aciliyetinden alımlar, iter istemez sürdü; mevcut ihtiyaç belirleme ile tedarik süreç ve sisteminin aksaklıkları sistematik sorunlara dönüştü. Sonunda pek çok şirket ya kapandı, ya da el değiştirdi…

Yapılamayan alımlar ve iptal edilen ihaleler bir yana, sonuçlanan ihalelerde idarenin kıstasları çok belirli olarak algılanamayan öncelik ve tercihleri karşısında, sektöre olumsuz bir intiba hakim oldu. Bunun sonucu maalesef, çoğu milli yatırımcının Savunma Sanayiine ilgisi azaldı… Özel sermayeli savunma şirketlerinin hareket alanı daraldı… Mevcut yatırımların ardındaki yabancı sermaye küstü veya kaygıya kapıldı… Savunma Sanayii ile topyekun ulusal sanayiimizin hacimleri küçüldü, zedelendi… Kimi vakıf-kamu şirketlerimiz tek kaynak alımlarda bile, proje faaliyetlerinde zarar eder durumlara geldi…
İzlenebildiği kadarıyla, durum, ayrıntılar tabii saklı olarak, hızlı bir anlatımın skopundan böyle görünüyor.
Bu arada Savunma Sanayii Politika ve Stratejisi’nde tanımlanan “Ana Yüklenici” kapsamındaki şirketlerimizden protokollerle yapılan aslında ulusal katma değeri düşük alımlar; izlenmesi, denetlenmesi zor, bir çeşit rekabetsiz, bazen de dolaylı bile olsa, düz dış alım niteliğinde olabildi.
Bu tür projelerde ulusal yan (taşaron) sanayilere bırakılan işlerde ise, hangi kıstasların kullanıldığı çoğu kez müphem kaldı.
Bu resme bir de geçen yıl yaşadığımız ekonomik kriz de eklenince, tablo iyice ağırlaştı. Şimdilerde, yeni bir hareketlenme ve beklenen dönüşümün işaretleri, umutla ifade diyorum, geliyor.

Savunma Sanayiimizin Dünyadaki Yeri
Geçen yıl yayınlanan “Defense News, Top100/2000”de, Dünya Pazarı”ndaki ilk yüz şirket içinde, üç Türk Şirketi vardı.
Resme şöyle bir bakıldığında savunma satışlarında cirosu 1 Milyar USD’yi geçen ilk otuz şirketin içinde 16 ABD, 10 Avrupa, 2 Japon, 1 Rus (eksport), 1 de İsrail şirketi var. Toplam askeri satışlar, yılda 126 Milyar’a geliyor. Bu ise (sivil dahil), toplam ciroların %27’sini oluşturuyor. Listedeki bizim üç şirketimiz, Aselsan ($180 Milyon/yıl), Havelsan ($42 Milyon/yıl) ve TAI ($32 Milyon/yıl); toplam demek ki, 254 Milyon $ ciroları var. Üçünün toplamı ele alındığında, 75. sıraya denk geliyor. Aslında Türkiye itibariyle, aynı listeye MKEK ($206 Milyon/yıl), Roketsan ($86 Milyon /yıl), TEI ($44 Milyon /yıl), Otokar ($46 Milyon /yıl), FNSS ($36 Milyon /yıl) de alınabilirdi. Nedense alınmamış…
Aynı yıl toplam $10 Milyon üzerinde satışı olan yurtiçi şirketlerimizin sayısı 12’dir. Bunlar toplam $720M ciroyla, dünya listesine tek grup olarak girseydi 40. sıraya otururdu.Yani, ne mutlu ki ülkemizde gerçekten de ulusal bir savunma sanayii var.
Özetle, Savunma sektöründe yer alan şirketlerimizin boy ve bütünlük sorunu var. Keza şirketlerimizin askeri/toplam satış oranı %85. Bu da biraz eski Sovyet modeli; sivil sektöre dönük yeterli açılımın sağlanamadığı tehlikesini işaret ediyor.
Önemli bir başka gösterge “Satışlar” ve “İstihdam” arasındaki uyumsuzluk. Şöyle ki, son yıllarda, ülkemizde çeşitli etmenlere bağlı olarak, neredeyse yarı yarıya düşen satışlar karşısında, Savunma Sektörü’nde istihdam hacminde bir revizyona gidilmemiş. Örneğin son üç yıla baktığımızda toplam 25,000 dolayında olan çalışanımıza ilişkin sayıdaki oynama, sadece %5’lerde kalmış. Bunun kabaca yarısı işçi, beşte biri teknisyen.
Demek ki, söz konusu istihdam kapasitesindeki oynama; pazarın yarı yarıya küçülmesine karşın, yüzde birkaçtan ibaret… Çok daha üst düzeylerde olmakla beraber, ABD’nin, Avrupa’nın gösterdiği refleksleri, “kamu kurumlarımızdaki atalet” dolayısıyla biz gösteremiyoruz.
Savunma sanayiimizde, geriye kalan personelin yarısı mühendis, yarısı idareci… Bu da aslen üretici personel başına, idari destek personelinin bir hayli fazla olduğunu gösteriyor.
Böyle olmasına karşın, savunma işgücündeki mühendis sayısının nisbi düşüklüğü, “arge bütçesinin” “askeri teçhizat alımlarına” oranının (ki bu Batı’da %50 mertebesindedir), ülkemizde; dünyadaki yaygın değerlerin, neredeyse onda biri düzeyinde olduğunu gösteriyor.
İşçi ile tabii imalat yaparsınız; ama arge yapamazsınız. Arge yapamazsınız, “teknoloji” “transfer edersiniz”. Buna para ödemek demek, dışalım da yapsanız, yahut burada imalât da yapsanız, elin argesine para ödemek demektir ki, transfer ettiğiniz teknoloji ayrıca, üç günde demode olurken, el biraz da sizin paranızla yeni teknoloji imal edip, onu size hemencecik satmaya koşup, geliverir.
Açık söyleyelim, argesiz milli hiç bir açılım geliştiremeyiz.
Sonuçta tablolar; “tipik kamu sektörü niteliğinde”, “harcamaları çok yüksek”, “piyasa dalgalanmalarına karşı duyarsız”, “kişi başına düşük cirosu olan”, “argesiz bir imalat sektörünü” işaret ediyor, denilebilir.

Ulusal Savunma Sektörümüzde Yeniden Yapılanma
Dünyada ister uluslararası, ister ulusal pazarda, kullanıcı, “ürün stabilitesi” (security of supply) özler. Buna mukabil satıcı ile alıcı tekelinin yaşandığı savunma sektöründe, arz kanadında, bir biçimde “pazar stabilitesi ve güvence” beklenir. Yukarıda çizdiğimiz tablo, aslında ülkemizde, bu denklemin korunduğunu gösteriyor.
Ne var ki, önce ABD’de yaşanan, sonrada Avrupa’ya, oradan da tüm dünyaya sıçrayan dönüşüm ihtiyacı, ülkemizin de gündemine yeni yeni girmektedir. Bu süre sonunda Türk Savunma Sanayiinin odak noktasının, rutin mal ve hizmet üretiminden, arge yoğun sistem üretimine kaymasını özlüyoruz. Sürecin sonunda Türk Savunma Teknolojileri ve Sanayii Tabanı’nın kendi içinde konsolide edilmesi, topyekün Ulusal Sanayii ile bütünleşmesi, daha sonra üretici olarak, doğru ittifaklarla uluslararası konjonktürde, yerini alması, hatta ihracata açılması beklenir.
Artık, Avrupa’daki büyük devletler bile yerli, ulusal şirketlerden ibaret bir arz yelpazesi modelini bırakmıştur… İhtiyaçlarını bütünleştirerek ortak arge yoluyla ve transnasyonal şirketler üzerinden, NATO vecibelerini ihmal etmeden, ulusal güvenlik için gerekli imkân ve kabiliyeti geliştiriyorlar… OCCAR (Organisme Conjoint de Cooperation en Matiére d’Armement), bu nedenle kuruldu.
Bu çerçevede, “Yeni Mevzuat İhtiyacı ve Buna İlişkin Model”den bahsedelim.
Bahse konu ulusal dönüşümde; “Strateji”, “Siyasa, Öncelik ve Esaslarının” yeniden belirlenmesi gerekmeyebilir. Çünkü Strateji Dokümanı bunu zaten kanımca başarılı olarak yapıyor. Sadece ara hedeflere yönelik model ve uygulama planı gerçekleştirilmesi gereği var.
İhtiyaç Makamı olan TSK’nın donatım ve lojistik gerekleri, siyasi ve askeri mülâhazalarla belirlendiğine göre, bu alanda da fazla bir şey değiştirilemez. Ancak TSK’nın ihtiyacı olan Mal ve Hizmetler’in alımından sorumlu Milli Savunma Bakanlığı düzeyinde, yeni Devlet İhale Kanunu, savunma alımlarını kapsam dışı bıraktığına göre, yeni bir düzenleme kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle bir “Savunma Tedarik Reformu” gündeme gelmiştir.
Batı’daki örneklere bakıldığında, ABD’nin Savunma Bakanlığı ve “Defense Acquisition Regulations” (DAR) kurgusu bir yana, Fransız DGA (Directer General D’Armement), İngiliz DPA (Defense Procument Agency) veya Alman BWB benzeri bir mekanizmanın, kurulmasına öncelikle ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak böylelikle özelliği olan ürün ve projelerde, görev ihtiyaçlarına dayalı bir tedarik yönetim süreci işletilebilecektir.
Hal-i hazırda Ocak 2002’de devreye girecek Kamu İhale Yasası, üçüncü maddesi itibariyle MSB’ye özelliği olmayan mal ve hizmet alımları (Procurement) dışında bir görev bırakmamaktadır. Öte yandan, ikinci maddesinin (d) fıkrası MKEK ve TSKGV şirketlerine, MSB bağlantıları münasebetiyle, ihale sınırlaması getirmektedir.

Sonuçta, yeni bir Savunma (“Acquisition” anlamında), Tedarik mevzuatına ihtiyaç vardır, denilebilir. Bu; kanun, kararname veya yönetmelik düzeyinde bir düzenleme gerektirmektedir. Neyse ki, yeni yasa, ilgili Bakanlıklar’a, Bakanlar Kurulu’nca onaylanacak bir hazırlık yapmalarını emretmektedir.
Tedarik Makamı ile Şirketler arasında Kamu veya Özel bir “Endüstriyel koordinasyon ve Uluslararası İşbirliği” otoritesine ihtiyaç vardır. Kanımızca Türkiye’de eksikliği hissedilen işte bu fonksiyondur.
Ülkemizde Savunma Sektörü’nde yatırımcı vardır. SSM, MSB, TSKGV, Milli-Özel Sermaye ve hatta Yabancı Yatırımcılar’ın şirket ve iştirakleriyle oluşan mozaik, halen aktiftir. Ancak bu mozaikte Savunma Sanayii Politika ve Strateji Dokümanı’nın öngördüğü katmanları oluşturacak unsurlar yoktur. Burada işte örneğin Alt Sektör Bazı’nda, Ana Yükleniciler ve bunlarla çalışacak İhtisas ve Mühendislik Şirketleri, Bileşim ve Hizmet Üretim Tabanı, Bilim ve Teknoloji Tabanı arasındaki ilişkileri tanımlayacak, yatırımları belirleyecek, sektör, alt sektör faaliyet ve ürün bazında performans değerlendirecek bir koordinasyon otoritesinden söz etmekteyiz.
Bu çerçevede, büyük şirketlerimizin bir zamandır kendilerine yakıştırıp benimsedikleri, bir ulusal şemsiye model tanımına ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz. Bu şemsiye Tedarik Makamı ile Savunma Sanayii Kuruluşlarımız arasındaki köprüyü kuracak.
Bir yanlış yoruma sebebiyet vermemek üzere berraklaştıralım. Belli bir kurumu kasdediyor değili;, temelde eksik gördüğümüz bir fonksiyonu işaret ediyoruz. Arz kanadı (yani yatırımcı ve şirketleri) ile Talep kanadı (yani TSK’nın tedarik makamı olan MSB, yatırıma yönelik alımlarda ise SSM) arasındaki bir boşluğun doldurulması gerek. Bu fonksiyona her kurum bir ölçüde katılabilecektir.
Sonuç ve Öneriler
Dünyada Soğuk Savaş sonrası dönemde, savunma sektöründe kökten bir dönüşüm süreci yaşanmıştır. Bu süreç sonunda temel kavram, terim ve ilişkiler değişmiş, farklı model ve yapılanmalar uygulamaya geçmiştir.
ABD’nin başını çektiği bu dönüşüm, Avrupa’ya ve oradan bütün dünyaya yayılmış görünüyor. ABD ise, 11 Eylül sonrası, yeni bir dönem hazırlığı içindedir.
Türkiye, Milli Savunma Sanayii’ne sahip ülkeler arasında olmayı bir ulusal hedef olarak benimsemiştir. Ancak, şimdilerde, global değişim rüzgârlarını yakalamak zorundadır. Bunun için öncelikle ihtiyaç noktası ile üretici arasında amir bir yapı ve kurum gereklidir. Bu yeni modelde, önerimiz; üretimin KOBİ’lere bırakılmasıdır; aynı çerçevede sistem veya platform üzerine uzmanlaşacak büyük ana yüklenicilerin teknik ve finansal yönetim sorumluluğunu üstlenmeleri, temin edilmelidir. Bu doğrultuda, Ana Yüklenicilerin Sistem Entegrasyon ağırlıklı mühendislik hizmetlerine ağırlık vermeleri ve arge ve program yönetimi öncelikli çalışmalar gerçekleştirmeleri gerekecektir.
Devlet otoritesiyle belirlenen öncelik, hedef, strateji ve organizasyonda, ulusal işbölümüne oturmuş, bir dayanışma ortamına ihtiyaç vardır. Bu ortamda profesyonel bir planlama, denetleme, onay ve yatırım koordinasyon fonksiyonlarını karşılayacak bir şemsiye kuruluşun gerekliliğini dikkate getirmek istmekteyiz.
Topyekün sanayiimizin, Savunma Sanayii ile kopan eklemleri mutlaka bağlanmalıdır. Savunma ve Havacılıkta alt sektörler bazında ana yüklenici, alt yüklenici, uzman yan sanayi dayanışması, kamu-milli-özel ve yabancı unsurların teşviki ile zenginleştirilmelidir.
İster yabancıların Türkiye’deki iştirakleri, isterse milli şirketlerimiz, sadece iç pazara odaklanmaktan vazgeçmeli ve dış pazarlarla da rekabet etmeye yönelmelidir. Bu maksatla gerekli teşvik mekanizmaları harekete geçirilmeli ve savunmada ihracatın, siyasi ve ticari bir arakesite oturduğu unutulmamalıdır.
Özetle:
Koskoca Batı Avrupa bile, dev ABD rekabeti karşısında çar naçar, büyük gayretlerle, Kıta Avrupası’nı aynı bir savunma sanayii zemininde birleştirmede ön almışken, bizim bilhassa da olağan sanayii süreçlerinden kopuk bir savunma sanayiini düşleyemeyeceğimiz hususunu, hiç hatırdan çıkartmamamız gerekmektedir.
Sivil sanayiiden kuvvet alamayan, bununla iç içe geçmemiş bir savunma sanayii düşünmek, her hal-u kârda abestir.
Kendi sanayiinden kuvvet alamayan, silâh açısından dışa bağımlı bir Osmanlı İmparatorluğu’nun da; savunma sanayiini sivil sanayie entegre edememiş bir Sovyet İmparatorluğu’nun da, son toplamda, göçtüğünü anımsamakta yarar vardır.
Tamamiyle “ulusal” bir yaklaşımla ya da “uluslararası” bir “ittifak” bazında geliştirilecek bir “savunma sanayii”, şu “dört temel gereği” yerine getirmelidir:
1) Sivil sanayie entegre olmalı, oradan kökler almalıdır.
2) Sivil sanayii besleyebilmeli, onu yükseltebilmelidir.
3) Kendi içinde entegre (bütünleşik), olmalıdır (yani kopuk kopuk ürünler imaline yönelik olmamalıdır).
4) Kullanıcı ülke açısından “milli” olmalıdır (yani işte, yabancı ya da belli bir lisansla, yapılan bir silâh, söz gelişi, sırf, buna ait “elektronik bir karta” el konarak, battal edilebilinememelidir).
Buradaki ilk iki, hatta (ilk) üç koşul yerine gelmezse, ulusal ya da uluslararası, belli bir ittifak bazında gerçekleştirilecek bir savunma sanayii, ilgili ekonomiye büyük köstek teşkil eder.
Son koşul yerine gelmezse, silâh, zaten, hiç lamı cimi yok, göstermelik demektir.
Savunma sanayiimiz alanındaki gayretler, hatta (demin Gazi’nin bu konudaki şaşırtıcı bir vukuf ve derinlikle telaffuz ettiği sözleri hatırlattık), taa Cumhuriyetimiz’in kurulduğu ilk yıllardan beri, tabii ki, fevkalade takdire değerdir.
Ne ki, bugünü, her bir kalemi itibariyle, şu sırladığımız teoremlerin ışığında tartma sorumluluğundayız.
Burada, değerli komutanların birikim ve katkılarıyla, özgürce geliştirdiğimiz tartışma bile, iyimser olmak için sebeplerimizin çok olduğunu gösteriyor.