Burada, bunların dışında, “heykellerden” söz açmak istiyorum. Üstelik, dünyanın pek çok yerinde, pek çok müzesinde, Paris’te, New York’ta, Boston’da, Los Angeles’te, Venedik’te, Milano’da, Berlin’de, Pekin’de; görmediğim, bilmediğim türden; eşsizlerin yanına, eşsizlerden olarak konulabilecek olduğunu düşündüğüm, heykellerden bahsetmek istiyorum.
…
Tûba İNAL çok ilginç, çok özgün, bir gencimiz.
Onun, dört yıl önceydi, bir sergisini gördüydüm. Sanatçının sanatını, bir gözlemcinin nasıl algıladığını ifade etmesi, bazen çok tuhaf sonuçlar veriyor. Yapıtlara, hangi duyu ise onunla dokunanlar; farklı şekillerde etkilenebiliyorlar. Oysa yapıtlarından, sanatçının, kuşkusuz ayrı bir etkilenmesi var. Sanatçı sanatıyla, çeşitli boyutlardaki etkileşme sürecinde çıkartıyor yapıtını meydana. Onun için Tûba’nın, dört yıl önceki sergisinden nasıl etkilendiğimi söylersem, belki size Tûba’yı, onun kendini gördüğü gibi, onun sanatını bildiği gibi, tanıtmam mümkün olmayacak. Ama yine de, bir parça deneyeceğim.
Tûba’nın yapıtları arasında, zihnimde derin bir iz bırakan, bir heykelciği var: Başını dizlerine dayamış, dizlerini göğsüne çekmiş, ellerini ayaklarından kavuşturmuş, yüzü görülmeyen, ama halini belli eden, çıplak bir “kadın heykelcik”, bu! Topraktan bir heykelcik… Ben, “halini belli eden” dedim, ama, bana göre “belli” olan, biliyorum Tûba’ya göre “saçma” olabilecek. O nedenle, isterseniz söylemeyeyim… Şurası muhakkak ki, topraktan heykelcik insanda, canlıymışcasına bir etki uyandırıyor; insanı düşündürüyor… Tûba, toprağa can vermiş; mana vermiş; derin bir ruh vermiş…
Tûba’nın dört yıl önceki sergisinde gördüğüm heykellerin, heykelciklerin hepsi, beni düşündürdü. Tûba’yı da düşündüm… Heykelcikler hep yalnızdı. Çoğu kadındı… Hepsi de düşündürtüyordu. Hepsinde yoğun duygu vardı.
Toprağa, taşa can veren, anlam veren insanın, insanların, ruhsal dünyalarını düşünmeden edemiyorsunuz. Ama o dünyanın ne kadarına girebilirsiniz ki? Ne kadarını anlayabilirsiniz ki? İyisi mi, ne kadar “haksız” olursa olsun, sanatçıyı unutup, onun yapıtlarıyla başbaşa kalmalı…
Tûba, yine kanımca eşsiz bir üstünlük örneği vermiş… Gitmiş, Güney’den İstanbul’a “taş” taşımış… Yüzlerce kilo taş taşımış… Onca ağırlığı, nerelerden çıkartmış, nasıl yüklenmiş… Hayret ! Taşlar, “Muğla Siyahı”, “Muğla Beyazı”, “Marmara Beyazı”, gibi konuya yabancı olanların pek bilmediği isimlerle anılıyor.
Tûba, bu taşlarla, aylar boyu becelleşmiş… Her zaman pırıl pırıldır… “Bunları nasıl yonttun ? Hiç bir tarafına helel gelmemiş”, dediğimde… “Hocam, beni çalışırken, iyi ki görmediniz” deyiverdiydi.
Bir sürü olanaksızlık içersinde, tek başına ve “hatun kişi” haliyle, Allahın taşına, toprağına, mermerine, siyahına, beyazına böylesine egemin olarak, hayat vermek ve verdiği manayla, yapıta bakanları, uzun uzadıya düşündürmeyi başarmak, kolay rastlanan bir kişilikte toplanıyor olmasa gerek.
Tûba’nın, siyah ve beyaz heykel taşları, atölyesinde; bir yalnızlar, suskunlar bahçesi meydana getirmiş… Çoğu, insan boyunda ve gerçekten eşsiz…
İnanıyorum ki bu heykeller keşfedilince, onları “tarihselleştirmek” isteyenler, çok olacaktır… Başı dizlerinde, dizlerini göğsüne çekmiş, ellerini ayaklarının üzerinde kavuşturmuş, yüzü belli olmayan kadın… Bu sefer de “Marmara Beyazı”nda, yüzlerce yıllık hayatına, “görünmeyen” gözlerini açmış. Kim bu kadın? Belki de Tûba’dır…
Tûba, henüz genç… Bir şansı, bir de şanssızlığı var: Hayat dolu, daha nice yapıt dolu, daha nice “taş canlının”, daha nice “anlamın” mimarı, ruh vereni… İşte, bu, şansı… Şu var ki taşlar hep, “genç” kalacak… Söylemek istemiyorum, gerçi,, Yine de dile gelsin… Ondan çok yaşayacaklar… Belki, insanın şanssızlığı bu…
Ama, sanatçının hanesine, esas bunu, bir “şans” olarak kaydetmek, gerekmez mi?..